4 Ağustos 2009 Salı

Otogargara


Unutulmaz bir BKM başyapıtı. Yapmıyorlar artık böylesini.





Başlar başlamaz otogar simsarından anlıyorsunuz  ilginç esprilerin döneceğini oyun boyunca. Seyircinin ilgisini canlı tutmak için arka arkaya değil de sıralı olarak dizilmiş espriler 1 saat 51 dakika boyunca sürüyor.  Bu bir Yılmaz Erdoğan başarısıdır bence.

Bir çok farklı skeçte genel amaç güldürü olmasına rağmen, düşündürten de skeçler de var. Bu da kuru gürültüye mahal vermiyor. Bir artı puan daha kazanıyor.


-Şu dar-ı dünyada bir kere orgaaazmmı gördük
-Elazığ otobüsü geldi mi evladım
-Zırt champs elsysess

İşte bunlar ilk etapta akla gelen espriler. Daha da akla gelmeyen onlarcası... Umarım ortada nasıl birşey olduğunu farkediyorsunuzdur.



90'lı yılların klasik mizah unsuru  olan köyden göçü de işlemiş olması gözden kaçmıyor. Ancak, bazıları gibi bunu abartmadan kullanması ve ana düşünce halinde yayınlaması güzel olmuş. Yani, göze sokmadan farkettirmeyi başarmış.







Son olarak izlenebilirliği ve oynanabilirliği yüksek, iki perdelik bir oyun. Oynayanları bilemem ama izleyenlere zevk verdiği kesin. 

ağlamayı bilmeyenin kahkasından da bi bok olmaz

Amatörün notu: 8/10

Vanilla Sky


91 yapımı Tom Cruise filmi. Dayak yemiş hissine kapılmak için birebir.

Tom Cruise'nin çerezlik filmlerle geçinen (tabi arada baş yapıtları da var) bir insan olmasından dolayı korkuyla yaklaşmıştım. Penelope Cruz ve Cameron Diaz da eklenince saçma bir comedy-romance filmi bekliyordum açıkçası. Ancak, Eternal Sunshine of Spotless Mind'den daha beter bir film çıktı bu Vanilla Sky.

Her istediğimiz şeyin gerçek olduğu bir dünya kimin hayali değil ki? İnsanın kendisini inandırmasıyla  neleri başaramayız ki? işte bunun gerçek hayat ile olan ayrımını seyirciye yaptıran bir film bu.




Film başlarken, mükemmel bir hayatla ve ona göre davranmayı hayat tarzı yapan, şerefsizin tekiyle uğraşacağımızı sanıyordum. Gerçi pek de yanıldığımı sanmıyorum.  Zira, bir yüz deformasyonu ve reddedilmenin acısına dayanamayan bir insanın hikayesi bu biraz da. Paranın her kapıyı açtığı gerçeğine dayanıyor temelde. Ayrıca, Julie'nin arabasına binmesi, onun hayvani içgüdülerinin peşinde olduğunu gösteriyor. Sonunda ise, kendisiyle biraz daha az ilgili gibi duranı seçiyor. Süpriz mi? Alakası yok. İnsani değerlerini kaybetmiş birinden söz ediyoruz çünkü. Daha sevmenin tanımını yapamayan bir hayvan bu. Çok mu abarttım acaba?

Neyse; filmin sonunda ise David'in hezeyanlarını dinlediğimizi anlıyoruz. Yalnız dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama, içten içe hala julie-sophie ikilemini yaşıyor David. Bu da bence ilginç bir anektod bence.

Filmin döven kısmı ~swh~ ise, David'in LH binasında geçirdiği zamanlar. Hayatını sadece "tech support" diyerek değiştirmeyi kim istemez ki? İnanıyorum ki, herkesi etkileyen yeri burası. Zira, bundan öncesi, binlerce romance-comedy tarzı filmde zaten incelendi. Üstüne üstlük, gerçek sandığımız herşeyin yıkılması üstüne tuz biber oluyor. Bazıları diyebilir ki, bu zaten bir Hollywood klişesi. Filmin çekildiği 91 yılında bu tarz olaylar fazla değildi diyorum ben de. Bu alanda takdiri hakediyor.



Dikkat çeken başka bir ayrıntı ise, maske konusu. Gereğinden fazla başarılı bir tasarımla filme renk katmış. Bu kadar mükemmel olmasa da olurdu diyebilirdik. Yine beğenirdik. ~swh~

Son olarak zaman geçirmekten ziyade tat almak için izlenebilecek klasiklerden birisi bence bu film. Mutlu sonla bitmesi de filme yakışıyor. Alın izleyin,  çünkü izlemeyeni dövüyorlarmış.

Amatörün notu: 8/10

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Üç Baba Hasan

Levent Kırca'nın artık televizyonlarda gösterilemeyecek ve tiyatrolarda oynanamayacak olan eseri. 


Televizyonlarda gösterilemeyecek olması oyunda geçen küfürlerden dolayı.  Zaten dönemin siyasal eleştirilerini günümüze taşımanın anlamı olmadığını düşünüyorum. Tiyatroda ise Oya Başar'ın Levent Kırca ile  aynı kareye bile gelmeme çabası köstek oluyor.



Konusu adı Hasan olan ve toplumun 3 farklı yerinden gelen kişinin hikayesi. Yalnız ikisinde açıkça terör konusunun irdelenmesi gözden kaçmıyor.  Özellikle oyunun üçüncü perdesindeki Hasan'ın devlet-ağa-terör-insani istekler dörtgeninde kalması ilginç. Tabi kendi yolunu buluyor, aynen olması gerektiği gibi. 

Bunlardan başka yerinde irdelenen konu da İstanbul'a göç eden ailenin yaşadığı trajikomik hikaye. Uç noktalarda incelense de, bunun benzerini seneler sonra çekilecek olan Güneşi Gördüm'de ayrı bir film olarak görebiliyorsunuz.

Yerinde olmayan bir eleştiri ise;  konu edilen ilk Hasan'ın oğlunun kendilerine zorunlu olarak misafir olan zengin ailenin küçük kızına aşık olması. Levent Kırca'nın fakir edebiyatına sığınarak izleyicinin damarına basması ve sonunda alkış beklemesi hoş değil. Sonuçta davul bile dengi dengine değil mi? ~swh~

Ayrıca, sonlara doğru hikayenin sürekli olarak danslar ve şarkılar ile bölünmesi, Levent Kırca'nın kısır bir döngüye girerek tıkandığını çok ama çok açıkça belli ediyor.  Daha etkileyici bir üçüncü kısım izlemek isteyenlerin hevesini kursağında bırakıyor. Yersiz bir benzetme olacak ama yine de yerine oturan bir örnek vereyim: İki atımlık kurşunu olan bir tabancanın üçüncü atışı gibi.

Son olarak, ilk iki perde için izlenebilirliği yüksek ama yavan bir finalle biten bir oyun diyorum.

Amatörün Puanı: 6/10

Yeni Blog'umuz Hayırlı Olsun


Bundan sonra buradan, elimden geldiğince ve klavyem döndükçe, izlediğim filmlerin eleştirisini yapacağım. Belki buradaki filmleri izlemek istersiniz veya izlediklerinizi farklı açılardan tekrar yorumlarsınız diyerek kurulmuş bir blog bu.

Öncelikle söyleyeyim, okunup okunmama gibi bir derdim yok. Amacım sadece içimdekileri bir şekilde dökmek.

Şimdi izin verirseniz, kurdeleyi keserek blogumu açıyorum. Hayırlı olsun. ~swh~